avatar

Behâeddîn-i Buhârî Hazretleri 1. Bölüm

Yolumuzu Aydınlatanlar
Yolumuzu Aydınlatanlar
Episode • Jan 16, 2023 • 19m

Evliyanın büyüklerinden. İnsanları Hakk’a davet eden, doğru yolu göstererek saadete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin onbeşincisidir. İsmi Muhammed bin Muhammed’dir. Behâeddîn ve Şâh-ı Nakşibend lakabları vardır, Allahü teâlânın sevgisini kalblere nakşettiği için Nakşibend denilmiştir. Seyyid olup, mübarek ecdadı (baba ve dedeleri) Resûlullah efendimize uzanır.


Behâeddîn-i Nakşibend (rahmetullahi aleyh), 1318 (H. 718) senesinde Buhârâ’ya beş kilometre mesafede bulunan Kasr-ı ârifân’da doğdu. 1389 (H. 791) senesinde Kasr-ı ârifân’da Rebî’ul-evvel ayının üçünde Pazartesi günü vefat etti. Kabr-i şerîfi hak âşıklarının ziyaret mahallidir.


Behâeddîn-i Buhârî (rahmetullahi aleyh), İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından olup, tasavvufda en yüksek derecelere ulaştı. Muhammed Baba Semmâsî’nin ve Seyyid Emîr Külâl’in talebesidir. Zamanında, ve kendinden sonraki asırlarda, onun sebebi ile, pek çok kimse hidâyete kavuştu.


Zamanın büyük evliyası olan Muhammed Baba Semmâsî, daha o doğmadan, Kasr-ı ârifân’a gelince, burada büyük bir zâtın kokusu geliyor. Bu beldede büyük bir evliya yetişecek diyerek, emsalsiz bir zâtın buradan zuhur edeceğini talebelerine ve sevenlerine müjdeledi. Babası şöyle anlatır: “Oğlum Behâeddîn’in doğmasından üç gün sonra, çok sevdiğim ve aşırı muhabbet beslediğim Hâce Muhammed Baba Semmâsî hazretleri, Kasr-ı ârifân’a gelmişti. Bütün talebeleri de yanında idi. Kasr-ı ârifân’ı teşrif edince, oğlum Behâeddîn’i elimden alıp, bağrına bastı ve; “Bu yavru, benim oğlumdur. Ben bunu, mânevî evlâtlığa kabul ettim” buyurdu. Sonra yüzünü talebelerine çevirip, onların en ileri gelenlerinden olan Seyyid Emîr Külâl’e şöyle dedi: “Size, bu yerde bir büyük zâtın kokusu geliyor derdim. Bu defa bu tarafa gelirken de, buraya yaklaştığımızda önce duyduğum koku iyice arttı. Hakikat şudur ki, size bahsettiğim mübarek zât doğmuştur. O mübarek koku, bu yavrunun kokusudur. Bu yavru, büyük bir zât olsa gerektir” buyurdu. Böylece daha üç günlük iken, zamanının en büyük evliyası Hâce Muhammed Baba Semmâsî hazretlerinin müjdesine, himmetine ve feyzine kavuştu. Küçüklüğünden îtibâren evliyalığa ait yüksek nurlar ve eserler temiz alnında açıkça görünür, hidâyet ve irşâd nişanları yüksek simasında belli olurdu.


Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin ilk hocası, Hâce Muhammed Baba Semmâsî’dîr. Önce ondan istifâde etti. Daha sonra yedi sene Hâce Muhammed’in en meşhûr talebesi Seyyid Emîr Külâl’in sohbetinde bulundu. Sonra da hocasının izni ile Mevlânâ Arif Dikgirâ’nın meclisine devam etti. Yedi sene süren bu tahsilden sonra Kuşam Şeyh ve Halîl Ata’nın sohbetlerinde bulundu. Ayrıca Mevlânâ Behâeddîn Kışlâkî’den hadîs ilmini öğrendi ve Abdülnâlık Goncdüvânî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldı. Üveysî olarak terbiye edildi. Tasavvufda ve diğer ilimlerde çok iyi yetişti.


Kendisi şöyle anlatır: “Çocukluktan bulûğ çağına kadar, büyük hocam Muhammed Baba Semmâsî’nin sohbetinde bulundum. On sekiz yaşında iken dedem beni evlendirmek istedi. Hocam Muhammed Baba Semmâsî’yi düğünüme davet etmek için, beni Semmas’a gönderdi. Oraya varıp hocamı görmekle şereflendim ve elini öptüm. Sohbetinin bereketiyle bende öyle bir hâl hâsıl oldu ki, hocamın sohbetine kavuşmaya can atıyordum. O gece kalbimdeki bu arzu ve istek ile gece yarısından sonra kalkıp abdest aldım ve hocamın mescidine gidip, iki rekât namaz kıldım. Başımı secdeye koyup çok dua ettim. “Allah’ım! Bana belâ yükünü çekmeye kuvvet ver. Mihnet ve muhabbetini çekmeye takat, güç ver” dedim. Sabah olunca hocamın huzuruna vardım. Bana bakıp, gece olup bitenleri söyledikten sonra; “Ey evlâdım! Duada şöyle demek lâzımdır: “Yâ Rabbî! Razı olduğun şeyi bu zayıf kuluna fazlın ve kereminle ihsan et.” Çünkü, Allahü teâlânın rızâsını kazanan kimseye belâ gelmez. Eğer Allahü teâlâ, ezelî hikmeti ile sevdiği bir kuluna belâ gönderirse, yine kendi inâyetiyle o sevgili kuluna kuvvet ve tahammül ihsan eder ve o belâya tutulmasının hikmetini bildirir. Belâ istemekte güçlük vardır” buyurdu. Daha sonra sofra kurulup, yemek yendi. Hocam, sofradan bir ekmeği alıp bana uzattı. Çekinerek aldığımı görünce; “Ekmeği almakta çekmiyorsun. Fakat bu ekmek, yolda lâzım olacaktır” buyurdu. Nihayet davetimiz üzerine talebeleri de dâhil Kasr-ı ârifân’a gitmek için yola çıktık. Hocamın bindiği hayvanın üzengileri yanında yürüyordum. Ruhum zevkle dolu ve kalbimde hiç dünyâ düşüncesi yoktu. Aşk ve şevkten heyecanla çarpan kalbimde, Allah sevgisinden başka hiç bir şey yoktu. Eğer kalbim dünyâya meyledecek olsa, hocam; “Kalbini ayrılıktan koru” buyururdu. Hocamın bu kerametini ve keşfini görünce, muhabbetim kat kat artıyordu. Yolumuz, hocamın dostlarından birinin bulunduğu bir köye uğradı. Bizi karşılayıp, evine davet etti. Daveti kabul eden hocam, o zâtın-evine indi. Ev sahibinin, mahcubiyetinden izdi rap içinde yüzü kızardı. Hocam, bu hâli görünce “Senin ızdırâbının sebebi nedir?” dedi. O da; “Efendim, size yemek ikram etmek istiyorum, fakat sütten başka bir şeyim yoktur” dedi. Bunun üzerine hocam; “Behâeddîn, sana verdiğim ekmeğe ihtiyaç hâsıl oldu. O ekmeği ver” dedi. Ekmeği çıkarıp verdim. Ev sahibi sütü getirip sofraya koydu. Ekmeği süte batırarak yedik ve hepimiz doyduk. Bu kerameti karşısında, hocamıza olan hayranlığımız arttı. Sonra Kasr-ı ârifân’a gitmek üzere yolumuza devam ettik.”


“Hocam Muhammed Baba Semmâsî vefat edince, dedem beni Semerkand’a götürdü. Orada bulunan büyük âlimleri ve evliya zâtları ziyaret edip, benim için dua ve himmet istedi. Sonra Kasr-ı ârifân’a döndük. O günlerde, Ali Râmîtenî hazretlerinden gelip, emaneten saklanmakta olan taç bana verildi. O anda kalbim, Allahü teâlânın muhabbeti ile. dolup, taştı. Sonra hocam Seyyid Emîr Külâl, Kasr-ı ârifân’a geldi. Bana çok iltifatta bulunarak; “Hâce Muhammed Baba Semmâsî bana; “Oğlum Behâeddîn’in yetişmesi ile ilgile” Ondan şefaatini esirgeme! Eğer onun yetişmesinde kusur edersen, sana hakkımı helâl etmem” buyurdu. Ben de bu vasiyeti üzerine senin yetişmen ile ilgileneceğime söz verdim” dedi.”


Behâeddîn-i Buhârî’nin yetişmesini üzerine alan Seyyid Emîr Külâl (rahmetullahi aleyh) titizlikle meşgul olup, onu tasavvufta yüksek derecelere ulaştırdı. Hattâ bir gün ona; “Hocam Hâce Muhammed Baba Semmâsî’nin sizin terbiyeniz ile ilgili vasiyetini yerine getirdim. Sizi istenilen şekilde yetiştirdim. Hem hâl, hem de ilim bakımından yüksek bir himmete sâhib bulunuyorsun. Şimdi dilediğin yere gidebilirsin. Her kim olursa olsun, sohbetinde bulunmak ve ondan istifâde etmek hususunda serbestsin. Tarafımızdan size izin ve ruhsat verilmiştir. Bizde olan hâl ve makamları size fazlasıyla verdim. Bostanı senin için kuru ettim. Yâni göğsümde, kalbimde olanların hepsini sana verdim. Rûhâniyet kuşunu, insanlık yumurtasından (dar nefs çerçevesinden) çıkardım. Ama senin himmet kuşun, yükseklerde uçuyor. Şimdiden sonra icazetlisin” buyurdu.


Bunun üzerine Mevlânâ Arifin sohbetine gidip, yedi sene de onun yanında bulundu. Sonra Halîl Atâ’nın (rahmetullahi aleyh) yanına gidip, on iki sene de onun sohbetinde bulundu. İki defa hacca gitti. İkinci haccında Herat’a gidip, hazret-i Mevlânâ Zeynüddîn’le üç gün sohbet etti. İkinci hacca gidişinde Hicaz’dan dönüp, bir müddet Merv şehrinde ikâmet etti. Daha sonra Buhârâ’ya dönüp orada yerleşti. Emîr Külâl’in (rahmetullahi aleyh) vefatından sonra, insanlara doğru yolu gösterip, rehberlik vazifesini yaptı.


Behâeddîn-i Buhârî’nin (rahmetullahi aleyh) yüksek hâlleri ve kerametlerinden bâzıları şöyledir:


Behâeddîn-i Buhârî bir defasında, Şeyh Seyfeddîn adlı bir zâtın, ırmak kenarındaki kabrinin karşısında, kalabalık bir cemâatle sohbet ediyordu. O cemâatte bulunanların bir kısmı, Behâeddîn-i Buhârî’nin (rahmetullahi aleyh) tasavvufdaki yüksek derecesini bilmiyordu. Söz, velîlerin hâllerinden açılmıştı. Bir hayli süren bu konuşmada, evliyanın meşhûrlarından olan Şeyh Seyfeddîn ile Şeyh Hasen Bulgari arasında geçen kerametler anlatıldı. İçlerinden biri dedi ki: “Eskiden velîlerin tasarrufu, kerameti çok olurdu. Acaba bu zamanda da onlar gibi tasarruf ehli var mıdır?” Bunun üzerine Behâeddîn-i Buhârî buyurdu ki: “Bu zamanda öyle zâtlar vardır ki, şu ırmağa yukarı ak dese, ırmak tersine akmaya başlar.” Bu sözler, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin mübarek ağzından çıkar çıkmaz, önlerindeki ırmak tersine akmaya başladı. Bunun üzerine Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi aleyh); “Ey su! Ben sana yukarı ak demedim” buyurdu. Irmak tekrar eski yöne akmaya başladı. Bu kerametini görenler Behâeddîn-i Buhârî’nin büyüklüğünü anlayıp, tam bir teslimiyetle bağlandılar ve saadete kavuştular.


Bir defasında Nesef’de büyük bir kuraklık oldu. Sıcaktan toprak çatlayıp, mahsûller kurumaya başladı. Halk, günlerce yağmur bekledi. Fakat bir damla yağmur düşmedi. Nesef halkı, Behâeddîn-i Buhârî’nin (raleyh) duasını almak için aralarından birini huzuruna gönderdiler. O da gelip durumu arz etti. Nesef ahâlisi kuraklık yüzünden mahzun ve kederlidir dedi. Bunun üzerine, Behâeddîn-i Buhârî (rahmetullahi aleyh); “Üzülmesinler, Allahü teâlâ onlara yağmur gönderecek” buyurdu. Aradan kısa bir zaman geçince; Nesefe yağmur yağmaya başladı. Bir gün ve bir gece devam etti. Kuraklık kalkıp bolluk oldu.


Talebelerinden Emîr Hüseyn anlatır: “Benim evim, Kasr-ı ârifân’da idi. Yirmi yaşına kadar çiftçilik yaptım.


Namazdan ve niyazdan uzak idim. Yiyip içip yatmaktan başka işim yok idi. Tam gençlik cehaleti içinde idim. Behâeddîn Buhar? hazretleri camiye giderken, gelip geçtikçe beni görüp tebessüm ederdi. Nihayet bir gece rüyamda Behâeddîn-i Buhârî hazretlerini gördüm. Mübarek elinde bir ayna vardı. Aynayı bana verdi. Baktığımda kendimi gördüm. Uyanınca, beni bambaşka hâller kaplamıştı. Aniden Behâeddîn-i Buhârî (rahmetullahi aleyh) evime geldi. Bana dedi ki; “Aynayı sana kim verdi?” “Siz verdiniz efendim” dedim. “Niçin namaz kılıp, Kur’ân-ı kerîm okumazsın?” dedi. “Kur’ân-ı kerîm okumayı bilmiyorum” dedim. “Ben sana namazı ve Kur’ân-ı kerîmi öğretirim” buyurdu. Bundan sonra beni yetiştirip, terbiye etti. Pek çok ihsana ve nimete kavuşturdu.”


Bir defasında Kıpçak çölü askerleri, Buhârâ’yı kuşattılar. Buhârâlılar çok zor günler yaşadı. Bir çok insan öldü. Buhara valisi husûsî adamlarından birini Behâeddîn-i Buhârî’ye (rahmetullahi aleyh) gönderip; “Düşmana karşı koyacak gücümüz yok. Her çâremiz tükendi, plânlarımız bozuldu. Sizin yüksek kapınıza sığınmaktan başka çâremiz kalmadı. Bizi bu zâlimlerden siz kurtarırsınız. Müslümanların onların elinden kurtulması için Allahü teâlâya yalvarmız, dua ediniz. Şimdi yardım zamanıdır” deyip, ricada bulundu. Behâeddîn-i Buhârî (rahmetullahi aleyh); “Bu gece Allahü teâlâya yalvarırız, Bakalım Allahü teâlâ ne yapar” buyurdu. Sabah olunca, altı gün sonra bu belânın kalkacağı müjdesini onlara verdi ve; “Valinize böyle müjde verin!” buyurdu. Buhârâlılar bu müjdeye son derece sevindiler. Buyurduğu gibi oldu. Altı gün sonra, şehri kuşatan düşman askerleri çekilip gitti.


Alâüddîn-i Attâr anlatır: “Şâh-ı Nakşibend hazretleri beni kabul edince, kendilerini o kadar sevdim ki, sohbetlerinden ayrılamıyacak hâle geldim. Bu hâlde iken, bir gün bana dönüp; “Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?” buyurdu. “İkram sahibi zâtınız, âciz hizmetçisine iltifat etmelisiniz, hizmetçiniz de sizi sevmelidir” diyerek cevap verdim. Bunun üzerine; “Bir müddet bekle, işi anlarsın!” buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde, onlara karşı muhabbetten eser kalmadı. O zaman; “Gördün mü, sevgi benden midir, senden midir?” buyurdu.


“Eğer ma’şûktan olmazsa muhabbet âşıka,

Âşığın uğraşması ma’şûka kavuşturamaz asla.”


Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin binlerce talebesi vardı. Bunlar arasında en meşhûr talebesi, Alâüddîn-i Attâr ve Muhammed Pârisâ’dır. Behâiyye, Tuhfe ve Hediyye adlı üç kıymetli eseri vardır.


Talebesi ve aynı zamanda damadı olan Alâüddîn-i Attâr (rahmetullahi aleyh) anlatır:


Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ömrünün son günlerinde bana kabrini kazmamı emir buyurdu. Gidip, emredildiği gibi kabri kazdıktan sonra huzuruna geldim. Bu sırada, acaba kendilerinden sonra irşâd (İnsanlara doğru yolu gösterme) vazîfesini kime verecekler diye hatırımdan geçmişti. O anda mübarek başını kaldırıp; “Söyleyeceğimi, Hicaz yolunda söylemiştim. Her kim bizi arzu ederse, Hâce Muhammed Pârisâ’ya nazar etsin” buyurdu. Bu sözü söyledikleri günden sonraki gün vefat etti.


Yine Alâüddîn-i Attâr şöyle anlatır: “Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin vefatı sırasında Yâsîn-i şerîfî okuyorduk. O da bizimle okuyordu. Yarısına gelince, nurlar gözükmeye başladı. Kelime-i tevhîdi söyleyerek son nefeslerini verdiler.”


Tasavvufdaki hâllerinin koybolduğunu söyleyen bir talebesine; “Yediğin lokmaların helâlden olup olmadığını araştır” buyurdu. Talebesi araştırdığında, yemeğini pişirirken ocakta helâl olup olmadığı şüpheli bir parça odun yakmış olduğunu tesbit ederek tövbe etti.


Namazda hûdû ve huşu nasıl elde edilir? diye sorulunca, buyurdu ki: “Huzurlu bir hâlde helâl lokma yiyeceksiniz. Huzur ile abdest alacaksınız ve namaza başlarken iftitâh tekbirini, kimin huzuruna durduğunuzu bilerek, düşünerek söyleyeceksiniz.”


Behâeddîn-i Buhârî (rahmetullahi aleyh), kendisine karşı edebsizlik yapan birine kızmayıp, tebessümle karşıladı. Fakat edebsizlik yapan kimse büyük bir derde düşüp, helak olacak hâle geldi. Hatâsını anlayıp tövbe etti. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri bir ara o adamın evinin önünden geçerken, içeri girip hâlini sordu. “Allahü teâlâ şifâ vericidir, korkma iyileşirsin” dedi. O kimse bu söz üzerine kalkıp, “Efendim, size karşı edebsizlik ettim, hatırınızı incittim, beni affediniz” dedi. Bunun üzerine Behâeddîn-i Buhârî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Kalbimiz o zaman incindi. Fakat şu anda gönül aynası tertemiz, iyi bil ki, evliyanın kılıcı kınından çıkmış yalın bir kılıçtır. Ama onlar merhamet sahibidir. Kimseye kılıç vurmazlar. İnsanlardan belâsını arayanlar, gelip kendilerini o kılıca vururlar.”


Buyurdu ki: “Nefsinizi dâırnâ töhmet altında tutunuz (ona uymayınız). Her kim bu işde muvaffak olursa, Allahü teâlâ ona bu işinin mükâfatını, ziyadesiyle verir ve sâlih amel işlemeye muvaffak olur, buna tahammül ve güç bulur. Bu sebeple kurbet ve saadete nail olur. Bütün işlerde niyeti düzeltmek çok mühimdir.”


Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine; “Bu dereceye nasıl ulaştınız?” diye suâl olununca; “Resûlullah efendimize tâbi olmakla” buyurdu.


Buyurdu ki: “Yolumuzda olan kimselerin birinci olarak, Allahü teâlâya karşı edebi gözetmesi yâni zahiri ve bâtını ile tamamen kulluk içinde olması, Allahü teâlânın bütün emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınması ve Allahü teâlâdan başka herşeyi, mâsivâyı terketmesi gerekir. İkincisi; Resûlullah efendimize karşı edebli olmak. Bu da iş ve hâllerde O’na uymaktır. Üçüncüsü ise hocasına karşı edebdir. Çünkü kendisinin Resûlullah efendimize uymasına, hocası vâsıta olmuştur. Bu bakımdan, hocasını hiç bir zaman unutmamalıdır.”


Buyurdu ki: “Bizim yolumuz, Allahü teâlânın gösterdiği kurtuluş yoludur. Çünkü bu yol, sünnete uymak ve Eshâb-ı kirama tâbi olmaktır. Bu sebeple, bizim yolumuzda az zamanda çok kazanç elde edilir. Fakat sünnete uymak ve riâyet etmek, sabır ve tahammül ister. Biz, yolumuza girenleri, istersek cezbe ile, dilersek bir başka usûlle terbiye ederiz. Çünkü rehber olan âlim, bir tabibe benzer. Hastanın hastalığını, derdini tesbit eder ve ona göre ilâç verir. Bizim yolumuzda yalnız kalmak değil, sohbet esastır. Sohbetin de şartları vardır. İki kişi sohbet etmek isterse, birbirinden emin olmaları gerekir. Böyle olmazsa, sohbetin faydası olmaz. Kısaca bu yola, Ehl-i sünnet ve cemâat yolu denir. Bizim sohbetimize dâhil olanların kalbine muhabbet tohumu atılmıştır. Fakat Allahü teâlâdan başka her şeyden alâkasını kesmemiş olabilir. Bu durumda sohbetimize katılan kimsenin Allahü teâlânın sevgisinden başka neye bağlılığı varsa, onu kalbinden temizleriz. Kalbinde bize karşı meyli ve muhabbeti olanlara muhabbet tohumu ekip, gecegündüz onu terbiye etmemiz bizim vazifemizdir. Muhabbet için uzakta olmak farketmez.” Bir kimse sizin yolunuzun esâsı ne üzere kurulmuştur? deyince; “Zahirde halk, bâtında Hak ile olmak üzere kurulmuştur” buyurdu ve şu beyti okudu.


İçerden âşinâ ol, dışardan yabancı,

Bil ki böyle yürüyüş az bulunur cihanda.”